21 Aralık 2011 Çarşamba

İlk hikaye denemem

Uzun bir süredir koşuyordu ağaçların arasından... Soluk soluğaydı ama daha da uzaklaşması gerekiyordu oradan. Yeterince uzaklaştığı kanaatine varması için karayoluna varması gerektiğini düşünüyordu ki araba farları gözünü almaya başladı.

Durdu ve derin bir nefes alıp düşündü yarım saat önce olanları. Gerçek miydi bu olanlar? Nasıl olur da onlarca insanın içinden onun başına gelebilirdi böyle birşey. Gözlerini kapatıp olayların başını hatırlamaya çalıştı.

Bir bardaydılar. Güzel olduğuna yine lanet ediyordu yol boyunca kendisine atılan laflar yüzünden. Buluştular ve artık daha rahat olacağını düşünmeye başlamıştı sevgilisinin yanında. Barlarda laf atanların dışarıda laf atanlardan çok daha tehlikeli olduğu gerçeğini inatla kabul etmiyordu. Bu akşama kadar tabi.

İri yarı adam masaya içki gönderdikten sonra bir de gelip yanına oturmaya kalkışınca sevgilisi ayağa kalkıp adamla kavga etmişti. Biraz daha sakin olsaydı o bunlar başıma gelmeyecekti diye geçirdi içinden. Hayıflanmanın ne yeri ne zamanıydı. Yol kenarından yavaşça yürümeye devam etti. Araba geçmiyordu yoldan on dakikadır, o kadar sessizdi ki kendi ayak seslerini duyabiliyordu ama burada korkmuyordu ilginç bir şekilde. Olayları düşünmeye devam etti. Sevgilisini hastaneye götürmüştü hemen, kafasına 3 dikiş atılmıştı ve müşahade altında olması gerekiyordu bu gece. O da planladıkları ama bu kavga yüzünden gerçekleştirmeyi erteledikleri kumsala indi. Ayışığı vardı bu gece ve ayışığında kumsalda yürümeyi çok severlerdi. Artık o kadar da sevemeyeceğini fark etti bir anda.

Gözyaşları  yüzüne hücum etmeye başladı. Travmanın etkisiyle olsa gerek o ana kadar ağlamamıştı. Bunu düşününce o iğrenç adamın kumsalda arkasından sessiz bir şekilde yaklaşarak kendisine epey sert bir şekilde vurduğu anı hatırladı. Yanağı yanıyordu çünkü gözyaşlarıyla. Tecavüze uğrayacağı korkusuyla çığlıklar attı ama kimse duymuyordu. Adam ise sevgilisinden hıncını yeterince alamamış gibi her yerine vuruyordu, durmadan, hatta çığlıklarından zevk alırmış gibi kısık bir gülüş bile savurdu havaya. Rüzgarın da etkisiyle iyice üşüyordu kumların üstünde ama bir anda cesaret geldi. Filmlerde görmeye alışık olduğu şekilde nefesini kesecek o hareketi yapacak gücü buldu kendinde. Sonrasında adama var gücüyle 2 tekme savurup koşmaya başladı ve işte şimdi bu yolun kenarında yaşadığına dua ediyordu. 

Yoldan geçen nerdeyse hiç bir araba genç kadını fark etmiyordu. Kendisine saatler gibi gelen bir yürüyüşten sonra yaşlı bir teyze ona arabasıyla yanaştı. Kıadının yüzündeki morlukları farkedince ufak bir çığlık attı ve kadını kolundan tutup arabaya zorla oturdu. Kadın oturduktan 1-2 dk sonra kendinden geçti ve gözlerini açtığında hastanedeydi. Başucunda sevgilisi elini tutuyordu. Herşey düzelmişti. Sarıldılar ve bir daha ayışığında kumsala inmemeye yemin ettiler birbirlerine...

2 Kasım 2011 Çarşamba

isimsiz

Kafamı kaldırdığımda ummadığım anda
Yüzümü güldürendin karşı masada
Sesimin çıkmaya çabalayıp başaramadığı,
Vücudumun hareket kabiliyetini kaybettiği
Kalbimin kontrolüm dışında delicesine attığı
O nadir anlarda
Birileri dürttü her bir yanımdan
Bazısı yaşımdan,
Bazısı gezentiliğimden,
Kimi zamansa öğrenciliğimden.
Her biri ayrı yaraladı incinmeye müsait kalbimi
Çünkü benim kendime bağırmaya korktuklarım
Bir bir saçıldı ortaya tüm çıplaklığıyla
Hem de en yabancı ağızlardan...

Yanımda olduğun anda
Neşemi koyverdim umarsızca...
Boşluğun dolmadığındaysa
Sessiz çığlıklarıma eşlik eden
İçime akan gözyaşlarımla suladım
Kalbimin çorak arazisini...
Bir sarı gül sundu sana olan sevgim,
Dökülürken dudaklarından alaycı sözlerin...
Suskun, kırgın, kendime kızgın
Eğdim başımı önüme...
Dilim varmadı demeye:
“Ben de o gülüp geçtiğin
Hayranlardan sadece biriyim” diye...
Alacağımdan korktuğum cevap
Doldurdu gözlerimi bir an...
İnat ettim ağlamamaya
Ağzından “hayır”ı duyana kadar...

02.11.2011    18:00

2 Ekim 2011 Pazar

Aşka dair...

Aşk... 3 harften oluşan en anlamlı, en zahmetli, en harika kelime... En çok düşündüğümüz, en çok yaşadığımız, en çok konuştuğumuz 3 harf... İnsanları en çok eleştirdiğimiz, sıra bize geldiğindeyse çoğu zaman ne diyeceğimizi unutturan kelime...
          Ben sustum ve sıramı bekledim çoğu zaman... Sıramın gelemeyeceğine inandığım içindi belki sessizliğim, kim bilir? Konuşamadıkça düşündüm, enine boyuna, baştan aşağıya her şeyini düşündüm aşkın... Sahip olsam nasıl olurdudan başladım, nasıl aşık olabileceğimden çıktım. Nasıl bir insana aşık olabileceğim sorusunu hep muallakta bıraktım. Çok az kriterim olacağını hep bildim ve neler olduğunun da genelde farkındaydım. Başkalarının yorumlarınaysa çoğunlukla kulaklarımı tıkadım...
            Yakın zamanda ise bu yorumlardan birinin de etkisiyle tekrar sessiz düşüncelere daldım... Kimi zaman en sevdiklerimden bir kısmını eleştirdiğim yaş farkı konusu beni de vuracak diye korkmaya başladım çünkü... Hep derdim ki hayran olabildiğim bir adama aşık olabilirim olsa olsa diye, yakın zamanda ise gördüm ki hayranlığımı elde eden erkekler genelde olgun ve benden yaşça büyük... Hem de hatırı sayılır derecede yaş farklarından bahsediyorum...
Bana ne olduğunu, neden böyle olduğumu içimdeki bir ses haykırdıkça, daha da büyük bir suçluluk hissi kaplıyor içimi. Aslında benim suçum olmasa da, benden yaşça öylesi büyük insanlara olan hayranlıklarım çok çocukça geliyor, kısmen doğal olduğunu bilsem de... Yine de imkansızlıklarını hissetmek bazen kalbimde tarifsiz acılara yol açmıyor dersem yalan olur... Yine de kendimi engelleyemiyorum ve işin daha da kötüsü engellemeye çalışmayacağım da... Çünkü her ne kadar kabul etmek istemesem de benim yaşıtlarım arasından bir erkeğe hayranlık duyma olasılığım gerçekten düşük ve benden olgun olanların da ancak bir kısmı bana, kendimi hissetmeyi gerçekten istediğim gibi hissettirebilir.

02.10.2011

12 Eylül 2011 Pazartesi

Sessizliğin

Ne sesin ulaşıyor buraya
Ne de en üzücüsü bile olsa haberin
Yılların sensizliği yetmez gibi
Vicdanımın çığlıkları yırtıyor kulaklarımı
Kendi cehennemimi yaratıyorum bilinçsiz
Derin özleminde boğuluyorum çaresiz

Oysa ihtiyacım tek kelime:
Biri 'Yasıyor' desin sadece.
Sussun vicdanım sonsuza dek
Ve ben aramaya koyulayım bulana dek
Nefesim hapis kalmasın bedenime
Ruhum kavuşsun özgürlüğüne..

30.08.2011

26 Haziran 2011 Pazar

Gezerken Ölmek İstiyorum =)

   Ölmek istediğimden değil ama eninde sonunda ne olacağımız belli olduğu için bana fikrimi sorsalar bu cümleyi kuracağıma eminim: "Gezerken ölmek istiyorum!".
   Şu son 1 haftadır iş yüzünden kafamı bilgisayardan kaldıramaz haldeyken cuma akşamından itibaren yapacaklarımın planını yapmakla meşguldüm. Cuma akşamı işleri ivedilikle bitirip James Blunt konserinde hafif depresif hafif coşkun olacaktım, ertesi gün Taksim, Bebek, Ortaköy, Beşiktaş hattı yapacaktım -ki bu plan değişip Beşiktaş, Ortaköy, Sarıyer, yağmur altında Parkorman'da MFÖ konseri şeklinde gelişti- pazar günü Pierre Loti tepesi ve ayaklarımız nereye götürürse şeklindeydi =) Toplu taşımaya hayranlık duymasam da gezme aşkına her şeyine katlanıp tüm İstanbul'u santimetrekaresine kadar gezmediğim yer bırakmayacak şekilde fethetmek isterdim =)
   İsterdim çünkü bunu yapacak gücüm yok, zamanım yok, biraz da param yok. Gezmek çok lüks bir eylem olmasa da oturup güzel bir restoranda gezini tadını çıkarmak fena olmazdı düşüncesiyle para eksikler listemde yer alıyor. Güç ve zaman ise sadece ve sadece iş hayatına girmiş olma gerekliliğimin bir sonucu olarak yer alıyor listede. Çalışmak zorunda olmasam -ki çalışmayı çok severim ama gezmeyi sevdiğim kadar değil- enerjimi bir işe yığmamak ve işte harcadığım zamanın bana kalmasını fırsat bilerek kendimi gezmeye, sokaklara vurabilirdim. Tabi bir de tüm bunları yaparken yanımda bir arkadaşımın olması çok çok güzel olurdu =) Çünkü İstanbul paylaşacak biri olduğu sürece güzel bana.. Eminim ki Dünya'nın herhangi bir başka yeri için de aynısı geçerli olacak =)
   Gönlüme göre gezeceğim günler de gelir elbet, umarım ki o günler için emekliliğimi beklemeyeyim =) Gezerken ölme olasılığımı arttıracak bir durum olsa da o kadar sabredebileceğimi sanmıyorum =))

20 Haziran 2011 Pazartesi

Babalar gününe dair..

   Birine kavramsal olarak boş olan bir kelimeyi, ifadeyi nasıl anlatırdınız deseydim dolu olabilecek kavramları kullanarak derdiniz herhalde. Ola ki dolu kavramların da içi boşsa karşınızdaki kişi için, o zaman vay halinize, işiniz çok zor...
   Elbette benim de bir yerim var bu karışık mozaikte. Babalar gününe bir anlam yüklemiyorum yıllardır, boş benim için kavramsal olarak. Bildiklerimden yol bulmaya çalıştım ama bu sefer de aile, koruma, kollama kavramlarının içi boş kalmış, yine olmadı. Bi nevi boşa koydum dolmadı, doluya koydum almadı aslında...

   Aile dediler, erkek dediler, kanbağı dediler. Dedem gibi mi dedim olmaz dediler; dayım gibi mi dedim, denememe izin verdiler ama hamurumuz tutmadı birbirimizi...
   Hayatı öğretir dediler, sever, kollar dediler. Öğretmenim gibi dedim, çok sevdim, kendi canımdan çok belki, sürekli aradım sordum, sonra bir gün gitti. Nereye gittiğini söylemeden, gittiğini haber bile vermeden. Başkalarından öğrendim hatta.. Çok aradım ama ulaşamadım, o da yitti elimden...
   Sonra gittim baba olmayı başarabilecek yapıda erkeklere bakındım çevremde, gördüm ki baba yapılı erkeklerle ise anlaşmam zormuş. Bu da elendi en "baba" listeden...

   Her seferinde bıkmadan, usanmadan denedim, inanmaya çalıştım, ümit ettim; olmadı, yapamadım... Kimseyi varlığını hiç hissetmediğim babamın yerine koyamadım.İlk kez bugün babalar günü ile ilgili yazıları okudum bilgisyarın başında... Tabi ki benim gibilere hitap edebilecekleri seçtim özenle, mutluluktan uçanları, babalarıyla olan fotoğraflarını yazılarına koyanları değil... Özledim o varlığını bilmediğim duyguyu, baba sıcaklığı denilen durumu... Oysa herşey geçse de bu özlem, ben yaşadığım sürece benimle birlikte her an her yerde olmaya devam edecek...

   Ben belki yine susacağım.. Bazısı yapmacık bir şekilde, bazısı da gerçekten candan bir şekilde babalar gününü kutlayacak insanların, belki kavga edecek biri babasıyla tam da o gün; ne farkeder ki, bir babaları olacak ve kıymetini asla yeterince bilemeyecekler. Anlamadıkları gibi, anlatmama da izin vermeyecekleri için, ben susacağım. Haykırışlarımı bastıracağım, ağzımdan dökülecek tek şey Kenan Doğulu'nun İsyan Bu Haykırış şarkısı olur belki:

*****
İsyan bu haykırış
Boşuna, seni bana getirmiyor ki yas
Allah'tan hiç korkmasam
Gelip sana sarılmaz mıydım?


İsyan bu haykırış
Boşuna, göz yaşlarım yetmez ki toprağına
Ağıtlarla, türkülerle

Anlatırım sevgimi sana...

*****

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Ba-şar-dım =)

  Bu cümleyi kendi kendime defalarca kurmama sebebiyet veren şeyin bir konser olduğunu görmek yeterince tatmin etmeyebilir sizi, ama Maroon 5 grubunun konserine gitmek bana tarifi mümkün olmayan bir mutluluk yaşattı =)
  Eeeennnn çok sevdiğim gruplardan birinin Maroon 5 olduğu tartışılmaz bir gerçek, dolayısıyla bulduğum ilk fırsatta konserlerine gitmiş olmam da şaşırtıcı olmaz elbette.. Kaldı ki, erişebildiğim tüm sosyal ağlarda gruba yaptığım "İstanbul'a gelin" çağrılarımın da az da olsa payı olduğuna inanmak isterim =)
  Geleyim biraz da konsere... Neresinden başlasam bilemiyorum doğrusu.. Olumlu kısmı ile başlayayım en iyisi =) Konser muh-te-şem-di. Sahne performansları çok iyiydi kesinlikle... Herşeye anlamadan "uuuuuuuwwwww" diye çığlık atan çoluk-çocuğa rağmen, tüm kalabalığı çok iyi idare etmeyi başardılar.. Bir ara Adam kendisine eşlik etmeyi, onun gazlamaya çalıştığı şekilde beceremeyen kalabalığa içinden küfretmiş olabilir "İngilizce bilmiyor musunuz leyyynnn" diyerek ama hak vermek zorundayım ne yazık ki.. Açılış parçalarının en bilinen parçalar olması ortamı ısındırdı, oraya sırf Kuruçeşme'deki Maroon 5 konseri mantığıyla gelenlerin enerjisini baştan kaybetmediler böylece.. İlerleyen şarkılarda kalabalığın hepsine değil gerçekten şarkılarını bilen kesimine hitap etmeleri beni şahsen memnun etti =)  Özellikle James Valentine'ın The Sun parçasındaki solo gitar performansı ve Sunday Mornings parşasını söylerken Adam Levine'in yaptığı gırtlak izlenmeye değerdi ;) 
   Olumsuz yanlarına gelincee... Her güzel şeyin bir de eksi tarafı vardır ne yazık ki.. Bu konserin en büyük eksisi konserdeki "çocuk" yoğunluğu idi.. Üniversite festivalinden farksızdı konser alanı.. Daha yeni lise son sınıf olan veya üniversiteye yeni başlayan gençler ipini koparıp gelmiş gibiydi.. Çığlıklar atan kızlar, birbirlerine hava atmaya çalışan "delikanlılar", esrar çekip konsere gelenlerle -biri 15-20 dk boyunca arkamdaydı hatta- dolu bir ortamdı ayakta kısmı konserin. Ön sırada mutlu mesut oturan insanlara feci imrendim doğrusu.. Hatta ilerde gideceğim konserler için kendime bir şart bile koydum bununla ilgili, illa gideceksem bir konsere mümkün olduğunca parasını verip keyfime bakarak izlemeliyim. Hele ki ipini koparan gençlerin gidebileceği konserlerde bu çok daha fazla ehemmiyet taşıyacak ;) (Hatta bir de yurtdışında konser deneyimleyip bunun Türk kızlarından kaynaklı bir problem olup olmadığını da keşfetmeyi düşünmedim değil =) )
   Konserin diğer bir kötü yanı yalnızca 1,5 saat sürmesiydi, ki herkeste büyük hayalkırıklığı yaratan durum bu oldu.. Kişisel olarak en çok üzüldüğüm ise favori şarkılarımın çalınmamış olmasıydı ancak kendimi bir "popüler olmayan muhteşem hazine değerinde şarkıları keşfedici" olarak gördüğümden çok da sorun etmedim =)

   Sonuç olarak, bana hayatımın en güzel gecelerinden birini yaşattılar... Tepede ay, yıldızların rahatça görünebildiği açık bir gökyüzü altında, Boğaz'ın kenarında yıllar süren bekleyişime son verdiler.. Teşekkürler Maroon 5, yine bekleriz ;) NOT: Bilet konusunda yardımcı olan hayırsever vatandaşa buradan gönülden teşekkürlerimi sunuyorum.

Dövmeli

Aman haa, yazının başlığı dövmeli diye şiddet yanlısı olduğumu sanmayın, ben dövme yanlısıyım. Tabi gelip geçici dövmelerden bahsetmiyorum cipslerden çıkan ve çocukların yapabildiği dövmeler değil, kalıcı dövmeler benim ilgimi ve dikkatimi çeken. Hani şu insanların vücudunun çeşitli yerlerine çeşitli şekillerde yaptırdığı, kimine çok yakışan, kiminde çok abes görünen dövmelerin yanlısıyım, özellikle erkeklerde, hatta daha da özellikle bilekten dirseğe veya dirsekten omuza olan bölgedeki dövmelerden =)

Geçen gün bir pidecide tesadüf eseri İtalya Serie A maçında gözüme takılan bir dövmeli futbolcu, bu konuda ne düşündüğümü fark etmemi sağladı (Adam Vass -> Brescia). O an aklımda kollarında dövme olan ünlü erkekler geçidi belirdi. Tabi ki ilk aklıma gelen Maroon 5’ın solisti Adam Levine idi =) Sonra yine bir müzik adamı olarak Robbie Williams’ı hatırladım –yaşına rağmen genç görünmesine en büyük etkenlerden birisi olduğuna inanıyorum dövmelerinin–, ardından David Beckham ve dövme ile bütünleşen Michael Scofield (adamın gerçek olmadığının ve vücudundaki dövmelerin her bölüm için 6 saatte yapıldığını biliyorum ama onu anmadan dövmeden bahsedebileceğimi hiç sanmıyorum).



Geleyim asıl mevzuya, açıkçası fiziki açıdan hoş olan erkeklerin vücutlarında yaptığı dövme gibi bir değişikliğe fazlasıyla sıcak bakıyorum, bunu yapanların daha da “sıcak” bir görünüm kazandığını düşünüyorum =) Tabi ki her dövme değil, ya bütün kolu kaplayan biraz da anlamlı bir şekli olacak ya da Atatürk imzası –son derece kişisel tercih meselesidir– . Latince felsefik bir söz de olabilir yazı karakterinin güzel bir şey seçilmesi şartıyla. Demem o ki sevgili Türk erkekleri, dövme iyidir hoştur, kollarınızda kendilerini bulundurarak kendinize karizma katabilirsiniz. İnanın bu sadece benim değil, dünyadaki epey kızın ortak görüşü ;) yoksa yukarıda saydığım adamlara onlarca kızın çığlık çığlık haykırıyor olmasını sadece kaşına gözüne bağlayamaz hiç bir bilim =)

30 Nisan 2011 Cumartesi

Kadınlar Çıkmazı

Yarım bir aşk, yarım bir dudaksın
sıkıntılı ikindi yağmurlarında
her yeni erkekten sonra daha erkeksin
tuzlu inciler dolu
...kuş uçmaz mavisi gözlerinin.

Işıklara çarpıyorsun sokağa çıksan
şehrin korkusu büyüyor pencerelerde.
Avuntusu yok erkekli yatakların
ne olur gitme
daha kaybolacaksın.

Bir yanın şarkılar
kan tutmaları öbür yanın.
Gülerken iki kadeh arasında
nasıl ağladığın anlatılmıyor.
Ne olur
bu kadar kendine saklanma.

Sen kapalı, mahzun odalarda
kırık oyuncaklara karşı bir çocuk.
Ürperiyorsun denizin çığlıklarını duydukça
dudakların kaskatı öpüldükçe neden?
Kaç ölüm tasarlıyorsun çıkmazında
belli, yoruldun kendini denemekten.

AHMET OKTAY

13 Mart 2011 Pazar

Deneme

Sus!
Birazcık sus!
Senin susman yetmez,
İçindeki sesi de sustur!
Boşuna yırtınmasın kendi kendine!
Olan oldu artık,
Geri alınması mümkün değil hiçbir şeyin!
Ne geri gidip hatalarını telafi edebilirsin,
Ne yaşanmışları silebilirsin,
Ne hislerini aldırabilirsin...
Sadece uzaktan seyredebilirsin
Umuduna yelken açan,
Yeni yollara koşan,
Kısaca senin yapamadığını yapabilen insanları...

Dur ve izle diğer insanlardan
Kendin için çaba göstermediğin hayatının
Aslında ne olabileceğini...
Umarsız olmayı dene bir seferlik,
Unutmayı, gömmeyi dene...
Yürüyüp gitmeyi,
Kendine dönmeyi,
İnsanları göz ardı etmeyi dene...
Denesen biliyorsun en kötü ihtimali,
Hiçbir şey değişmez,
Yani şu andakinden kötü olamazsın...
Oysa denemezsen zaten değişmeyecek yolun,
Acın ve gözyaşın daim...

Kendini baştan yaratmaya çalışma,
Senin özün değişemez elbet,
İçine işlemiş sen olmak...
Ama dokun kendine değişmek için...
En ince işçiliğinle ör
En kalın duvarlarını...
En sağlam dostlardan kur
Kalenin korumasını...
En ölümcül silahlarla durdur
Seni yıkmaya çalışanların donanmalarını...
Yoksa ne sen kalırsın geriye yıpratılmaktan,
Ne de parçalanmış gururun...

Ceyda TOPUZ

14 Şubat 2011 Pazartesi

Üçüncü Şahsın Şiiri

Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım
Çöp gibi bir oğlan, ipince
Hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda görsem
Öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu, ağlardım

Ne vakit Maçka'dan geçsem
Limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi
Sessizce bir cigara yakardın
Parmaklarımın ucunu yakardın
Kirpiklerini eğerdin, bakardın
Üşürdüm, içim ürperirdi
Felaketim olurdu, ağlardım

Akşamlar bir roman gibi biterdi
Jezabel kan içinde yatardı
Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi
Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu, ağlardım.
Atilla İLHAN

14 Şubatta günün benim açımdan anlam ve önemine en uygun şiiri budur herhalde... Her aşkında üçüncü şahıs olan, karşısındaki kişi değişse de onu uzaktan sevmekten kurtulamayan, başkalarının kollarında gülen yâri bir ömür bekleyen biri olmak en güzel böyle anlatılırdı...

Nefes

Onu düşünüp acısına hüzünlenirken yüreğimin derinliklerinde,
Kelimeler mızrak gibi saplanıp durur kalbimin orta yerine...
Kalbini kırma korkusunun elimi kolumu bağladığını düşünürken,
Kendime hakim olamayıp saçmalayarak, sırf kalbini değil,
Etrafımızdaki her şeyi kırmanın eşiğinde buldum kendimi.
Benim için sadece dokunmakken klavyemdeki tuşlara o anlar,
Karşımdaki kişi anlamlandırıyordu yazdıklarımı, beni,
Gördüm ki istesem de yazdıklarımı geri almak imkansız...
Ellerim durdurdularsa da olanca hareketlerini bir çırpıda,
Vicdanımın olduğu yere çöreklenmiş olan kalbim olanca hızıyla
Beni öldürme hallice çarptırıyordu kendini...
Hayatta kalmak değildi amaç, bir dost eline teslim edebilmekti kendimi,
Oysa ölü hücrelerime amaçsızca oksijen dolduruyorum şimdi...

Ceyda TOPUZ
14.02.2011 03:00

16 Ocak 2011 Pazar

Güçlü Olmak...

Bugün güçlü kadınlar üzerine aşağıda okuyacağınız yazıyı buldum tesadüf eseri... Aslında benim güçlü olmak üzerine düşünmeye başladığım zamanda zincirleme olayların son halkası oldu diyeyim bu yazıyı keşfedişim...

İlk olarak çevremdeki kızların yüksek çoğunluğunda gördüğüm bir erkeği tavlama güveni dışında bir kendine güvenin olmayışı dikkatimi çekti. Elbette durup dururken değil, benim kendime çok güvendiğimi, bir çok erkeğin böyle bir güvene pek hoş yaklaşmayacağını söyleyen bir arkadaşım farketmemi sağladı... Haksız olmadığını gördüğüm anda dikkatimi benim gibi olan arkadaşlarım çekti, hepimizin çevresinde erkeklerin de azımsanmayacak sayıda olduğu bir dostluk çemberi vardı.

Kafamı bu düşünceden uzaklaştırmaya çalışıyordum dizi izleyerek, bir de ne göreyim: How I Met Your Mother'da Robin kendisine azalan ilgilerden bahsederken, Ted tarafından kendisine -ya da bir erkeğe dmeek daha doğru- ihtiyaç duymamasıyla suçlanıyor(!). Kendisine aşık olan Barney'nin Robin'i "Şu ana kadar tanıdığı en hayret verici, güçlü, özgür kadın" olduğunu teselli edişi bittiğim an oldu... Nasıl olur da çapkınlığın kitabını yazan Barney, "özgür,güçlü kadın"a aşık olurdu? Özgür ve güçlü olmak yalnızlığı veya çapkın bir erkeği mi getirebiliyordu yanında yalnızca? Aklı başında, aşk ve evlilik isteyen erkek hep kendisine ihtiyaç duyulmasına mı muhtaçtı?

İşte tam da bunları düşünürken buldum aşağıdaki yazıyı... Umarım beğenirsiniz...


GÜÇLÜ KADINLAR

Güçlü kadınlar vardır, her işlerini kendileri halletmeye çalışan.. Anne babaları... tarafından böyle yetiştirilen. Onlar kendi paralarını kendileri kazanmak isterler. Evdeki tüm tamirat, tadilat işlerinden anlarlar. Bir erkeğe mecbur kalmadan da hayatlarını devam ettirebilirler. Faturalarını kendileri yatırırlar. Hemen hemen tüm işlerini kendileri yaparlar. Hatta etraflarının yükünü de üstlenirler. Özgürlüğü severler, dik durmayı da, güçlüdürler çünkü...
Âşık olduklarında hissederek yaşarlar. Aşklarına kurallar koymadıkları gibi büyük beklentilere de girmezler. Sevdiklerine problem çıkarmazlar. Bütün gün çalışıp durduktan sonra, akşamları yorgun da olsalar sevgilileri buluşalım dediğinde, hemencecik hazırlanıp sevgililerinin onları evden almalarına gerek kalmadan, o her neredeyse onun olduğu yere giderler.

Çoğu zaman sevgililerinin ya da kocalarının haberi bile olmaz yaşadıkları sıkıntıdan, yansıtmazlar çünkü. Para var mı, işyerinde sıkıntı mı oldu, birine canı mı sıkıldı, hiç bunlarla yormazlar birlikte oldukları erkeği. Çünkü istemezler kimse onlara acısın. Sonra da bir bakarlar ki, bu kadar dik durmanın ve sorun çıkarmamanın karşılığında gerçekten de kimse onlara acımaz. Bu durum zamanla gelenekselleşir ve acınmama ile sorun çıkarmama hali yaşam tarzına dönüşür. Ezkaza dayanamayıp sorunlarını paylaşmaya kalksalar, bu sefer de sorunlu kadın, kaprisli kadın, tahammül edilmez kadın damgasını yerler. Bu yüzden de terk edildiklerinde bile hiç seslerini çıkarmaz bu güçlü kadınlar! Terk eden erkek de bilir onun ne kadar güçlü olduğunu ve onsuz da yaşayabileceğini, içinde yaşadığı fırtınalardan bihaber. Sonra bir dosttan, eşten, ya da tanıdıktan duyarlar ki onu terk eden erkek gitmiş, muhtaç yaşamak zorunda olan biriyle beraber olmaya başlamış. Erkekler çok severler böyle kadınları. Birinin ona muhtaç olduğunu görmek bir çok duygusunu okşar erkeğin. Onlara kendini erkek gibi hissettirir! Bu zayıf kadınlar erkeklere bağımlıdır.

Mesela fatura filan yatıramazlar, anlamazlar çünkü. Nereden yatırılır onu da bilmezler. Ev ya da yemek alışverişi de yapmazlar, çünkü taşıyamazlar onca torbayı. Hep yorgun olurlar, bütün gün spor salonları, kuaför, o mağaza, bu mağaza gezerler. Akşama yemek yapmaya fırsat bulamazlar. Akşam eşleri eve geldiğinde, bugün nereye yemeğe gidelim, diye sorarlar. En kötü ihtimal dışarıdan yemek söylerler. Zayıf kadınlar doğurdukları çocuğa bakacak gücü de kendilerinde bulamazlar, pamuklar içinde yaşamaya alışmışlardır bir kere. Kendilerini hep altın tepsi içinde sunarlar. Huysuzluk da ederler, ama bu erkeğin hoşuna gider, çünkü kadın ona muhtaçtır, söylenmeyen güçlü kadının aksine, hiçbir şeyi beğenmedikleri gibi devamlı da mutsuzdurlar. Pek teşekkür etmezler, kıskançlık krizlerini de severler Kocasının ve sevgilisinin hayatlarını karartırlar. Erkekler bu kadınları asla terk edemezler. Çünkü o güçsüz, kırılgan bir kadındır. Ayrılırsa kurda kuzuya yem olur. Koruyup kollanmalıdır her an o!.

Zayıf kadınlar hiç çökmez, buruşmaz ve yıpranmazlar. Ancak işin ilginç yanı her zaman daha değerli olanlar da onlardır. Ve geride kalan güçlü kadınlar tüm bunların nasıl gerçekleşebildiğine sadece bakakalırlar.

AYLİN KOTİL SARIGÜL

3 Ocak 2011 Pazartesi

İçimdekiler

Korku değil içimdeki;
Salt acı gerçeği biliyor olma hissi,
Kabullenme hali olanca çıplaklığıyla durumu...
Herhangi bir umut, beklenti yok içimde;
Dört yanı duvar olan bir odada,
Olmayan gölgemi aramıyorum artık.
Her türlü arayıştan vazgeçtim hatta,
Ruh eşimi, sonsuz bilgiyi,
Hayatımın anlamını, amacımı bile...
Sadece yaşamaktan ibaret hayatım,
Göğsümü sıkıştıran bir ağrı olmaksızın,
Nefes alıp verebilmek önemli özgürce...

İstek değil içimdeki;
Son çırpınışları ruhumun
Batarken en derine...
Bir şey isteyecek güç yok içimde;
Delik deşik olan bir evde,
Sahte sıcaklıklara yer yok artık.
Gelen yolgezerlere de kapalı evim,
Yerleşip kalmayı sevenlere de;
Sadece ev sahibi olanlar kalır artık içeride...
Mevcut koşullarda mevcut kişilerle
Kafamı kurcalayan sorular olmaksızın
Sevmek ve sevilmek gerekli delice...

Endişe değil içimdeki;
Yaşanmışlıklarla kaplanmış
Gerçekçi bir karamsarlık hali...
Kafaya takılacak bir şey de yok;
Doğum ve ölüm kadar sıradan olan hayatlarda,
Yalnızlığı düşünmeye ziyan edecek zaman yok artık.
Yalnızlığını paylaşmaya gelen de olmaz,
Sessizliği bölecek biri de olmaz;
Bir başınalık sarar insanın her yanını...
Kavgalarını yalnız kendiyle edebilip
Kimseye katlanmak derdi olmaksızın
Dilediği gibi davranabilmeli umarsızca...

Yok işte bunların hiçbiri,
Yalnızca sensin içimdeki...
Ceyda TOPUZ

Sahibini Arayan Mektup - Ümit Yaşar Oğuzcan

Aramak.. Ömür boyunca aramak.. Yalnız seni aramak.. Paslı teneke kutularda, küf kokan dolaplarda, çerçevelerde, tenhalarda, ağaç diplerinde, sonra vapurlarda, trenlerde hep seni aramak.. Belki bu şehirde değilsin.. Ne çıkar..? Seni arıyorum ya.. Belki de aynı sokakta evlerimiz, sabahları beni görüyorsun işime giderken.. Sonra akşamı bekliyorsun, alacakaranlığı.. Beni bekliyorsun yada bir başkasını, bir başkasını..

Hiç gel demeyeceğim sana.. Aramak neredeyse ben oradayım.. Ayaklarım ne güne duruyor..? Yok yok birden karşıma çıkma.. Kaç saklan Seni aramak istiyorum..

Git bu şehirden haydi git.. Dağlara çık, o uzak dağlara.. Rüzgarların krallığında hüküm sür.. Baktın ki oraya da geldim, yine kaç.. Başını al açıl denizlere. Gemilerin en güzeli, en büyüğü dilediğin limana götürmeli seni, dilediğin yerde demir atmalı.. Ben küçük bir balıkçı kayığı ile peşinden gelsem yeter.. Seni arıyorum ya..!

Bir yıl, beş yıl, on yıl değil; beşikten mezara kadar aramalı insan, ama ne aradığını bilmeli.. Yaklaşıp uzaklaşmalı aradığından.. Okyanus dalgaları üstünde bir küçük tekne gibi alçalıp yükselmeli.. Yalınayak koşmalı yollarda, ayaklarını sivri taşlar kesip kanatmalı.. Çöllerden geçmeli yolu, yanmalı kavrulmalı.. Sonra gözün alabildiğine ak, soğuk ülkelere düşmeli.. Buzlar kırılmalı ayaklarının altında, üstüne kar yağmalı..

Bir gün bulacaksam bile parça parça bulmalıyım seni.. Ayaklarını Afrika'dan getirip bir kağıt üzerine yapıştırmalıyım.. Saçların Sibirya’da olmalı dudakların Çin’de.. Gözlerin Hindistan'da bir mabudun gözleri olmalı.. Ellerin İtalya'da bir heykelin elleri.. Bulursam seni parça parça bulmalıyım.. Yine de bir yerin eksik olmalı.. Yeniden yollara düşmeliyim, onu aramalıyım..


Ayrılık diye bir şey yok.. Bu bizim yalanımız.. Sevmek var aslında, özlemek var,
beklemek var.. Şimdi nerdesin..? Ne yapıyorsun..? Güneş çoktan doğdu.. Uyanmış
olmalısın.. Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi..? Öyleyse ayrılmadık..
Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz..!


Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum.. Önce beklemekten.. Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan.. İkisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın.. Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini.. Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, kanunlara saygı göstermesini, insanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar.. Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun..

Ya o..? Ya o..? İnsanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat, çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor, saadet bekliyor yaşamaktan.. Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık..Aradıklarının çoğunu bulamamış, beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak göçüp gidiyor bu dünyadan.. İşte yaşamak maceramız bu.. Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak ve yaşayıp beklerken ölmek..! Özleme bir diyeceğim yok.. O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası.. O nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı.. O tek güzel yönü bekleyişlerimizin. İnsanlığımız özleyişlerimizle alımlı, yaşantımız özlemlerle güzel..

Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin.. Bir kokusu var bütün çiçeklere
değişmem.. Bir ışığı var.. bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz.. Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam; seni özlediğim içindir.. Beklemenin korkunç zehiri öldürmüyorsa beni; seni özlediğim içindir.. Yaşıyorsam; içimde umut varsa, yine seni özlediğim içindir..

Seni bunca özlemesem; bunca sevmezdim ki..!...

Ümit Yaşar Oğuzcan